Koç Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi

Alper Yılmaz

“EY bana göre bir okul, hem de çok iyi bir okul…”

Alumni Söyleşileri bölümünün bu ayki konuğu, Vergi Bölümü eski ortaklarımızdan Alper Yılmaz. EY Türkiye’ye 2011 yılında katılan Yılmaz, transfer fiyatlandırmasından sorumlu ortak ve transfer fiyatlandırması ülke lideri olarak görev yaptı. 2015’ten itibaren EY’nin CSE bölgesinin transfer fiyatlandırması lideri olarak da rol aldığı dönem sonrasında, 2017 yılı başında New York’a taşınarak EY EMEIA Transfer Fiyatlandırması Masası’nın başına geçti. Yılmaz, Haziran 2018’de EY’den ayrılarak yarı-zamanlı öğretim görevlisi olarak üniversiteye geri döndü.

University of California, Davis’ten Tarım ve Kaynak Ekonomisi / Uygulamalı Ekonomi dalında doktora derecesi bulunan Yılmaz, İktisat dalında yüksek lisans derecesini Bilkent Üniversitesi’nden, Endüstri Mühendisliği dalındaki lisans derecesini ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden aldı.

OECD ve ABD transfer fiyatlandırması mevzuatlarına uygun olarak ekonomik analiz, transfer fiyatlandırması planlaması ve dokümantasyon çalışmaları bulunan, uluslararası vergi planlaması alanında geniş deneyim sahibi olan Yılmaz, edindiği deneyimleri gençlere aktarıyor. Daha önce New York’taki SUNY, Fashion Instititute of Technology ve St. John’s University’de de öğretim görevlisi olarak çalışan Yılmaz, kariyerini Eylül 2019’dan bu yana Koç ve Sabancı Üniversitelerinde devam ettiriyor. Alper Yılmaz uzun yıllardır müzikle de yakından ilgileniyor.

Vergide Gündem: Transfer fiyatlandırması ve uluslararası vergi planlaması alanında uzun yıllara dayanan, geniş deneyimleriniz bulunuyor. Son dönemde kariyerinizi farklı bir yönde devam ettiriyorsunuz, ancak bir vergici olarak gelişmeleri izleyebiliyor musunuz? Dünyada ve Türkiye’de son dönemde konuşulanlar arasında en çok öne çıkan konu hangisi sizce?

Alper Yılmaz: Transfer fiyatlandırması danışmanlık hizmetleri kapsamında verginin içinde yer alır, ancak transfer fiyatlandırması uzmanlığı temelde vergiden ziyade ekonomi ve hukuk kökenlidir. Ağırlıklı olarak detaylı ekonomik analiz içerir ve transfer fiyatlandırmasının sonucunda vergisel bir durum ortaya çıkması sebebiyle vergi hizmetlerinin içerisinde olması kaçınılmazdır. Ama kendi geçmişime baktığımda geleneksel anlamda bir vergi formasyonum olmadığından kendimi “vergici” olarak tanımlamam zor açıkçası.


Türkiye’de transfer fiyatlandırması süreçlerinin çok eski olduğu da söylenemez, 2007-2008 yılları gibi başlamıştı diye hatırlıyorum. Ayrıca her ne kadar OECD üyesi bir ülke olsak da transfer fiyatlandırmasına yönelik düzenlemeler yasaya girmiş olsa da uygulamada bir parça geriden geliyoruz Türkiye olarak. Ama İngiltere gibi bir ülkede de hâlâ dokümantasyona yönelik bir düzenleme yok aslında. Sadece belli risk gruplarındaki birtakım firmalara gidilir ve denetlenir, her firma da her an denetlenmez. Almanya’da bile mevzuatın son 10 yılda yürürlüğe girmeye başladığını söyleyebiliriz. O nedenle uluslararası arenada çokça konuşulsa, tartışılsa da transfer fiyatlandırmasının pek çok ülke için hâlâ yeni bir kavram olduğu bile söylenebilir. Diğer yandan, bir mevzuatın yürürlüğe girmesi de çok anlam ifade etmeyebiliyor çünkü bu iş aslında uygulamada ciddi bir tecrübe gerektiriyor. İşte bu noktada bazı OECD ülkelerine nazaran biz bir parça geriden geliyoruz.

Ben EY’den Haziran 2018’de ayrıldım. O zamandan bu yana vergi ve transfer fiyatlandırması ile ilgili gelişmeleri tüm detaylarıyla günü gününe takip ettiğim söylenemez. Ancak görebildiğim ve LinkedIn’den bazı EY’li dostlarımın postlarından takip edebildiğim kadarıyla, hem firmalar tarafında vergi bazlarının hesaplanması hem de danışmanlık tarafında hizmetlerin verilmesi açısından dijital bu işin geleceği. Dijitalle ilgili konuşmalara baktığınız zaman da ortaya karışık, etliye sütlüye çok da dokunmayan “dijital olmazsa olmaz” gibi içerikten yoksun açıklamalar ağırlıkta. Pek çok ülke OECD’nin bu alandaki önerilerini kendi mevzuatına eklemeye başladı ama sanırım uygulamada halen sıkıntılar var. Bu kapsamda gayri maddi hak, emsallere uygunluk prensibi gibi kavramların ya da tanımların yeni baştan yazılması gerekir. Yıllardır konuşulan şeyler bunlar ama henüz böyle bir şey yapılmadı.

Türkiye’ye ilk geldiğim dönemde, peşin fiyatlandırma anlaşmaları çok popüler hale getirilmeye çalışılıyordu ama aslında dünya o konuyla ilgili tartışmaları büyük ölçüde geride bırakmıştı. Ben Türkiye’den ayrılmadan 2-3 yıl önce BEPS tartışmaları başlamıştı. ABD’deki dönemimde BEPS en sıcak günlerini yaşıyordu, ama dedim ya, bizde bu işler bir tık geriden geliyor. BEPS tartışması şu anda ikinci aşamasına geçmiş ve ince detaylar üzerine çalıştaylar yapılırken, bizde yeni yeni 8-10. Eylem Planları konuşuluyor. BEPS’in 13. Eylem Planı bizde oldukça güncel bir şekilde ele alındı. Zira bu tamamen dokümantasyon üzerine kurulu bir aksiyon planı ve Türkiye’de oldukça güçlü bir hukuki uyum (compliance) geleneği var.

Diğer taraftan, vergi belki bizim için çok önemli bir konu ama operasyonel açıdan pek çok firma için daha alt sıralarda kalıyor, ister istemez. Vergi konusunda tam bir adaleti oturtmak da bir parça zor. OECD çok çaba gösteriyor ama her zaman vergi planlamasının bir yolunu buluyor şirketler. OECD ülkeleri, kurumun ortaya koyduğu bir tavsiye kararının altına imza attıkları takdirde aslında bunu bu şekilde kendi mevzuatlarına geçireceklerine dair taahhütte bulunuyorlar. Diğer taraftan da zaten OECD içinde de halen tartışmalarda karşı karşıya gelen iki ana blok söz konusu, ABD ve diğer ülkeler.

Son yıllarda ABD’nin de aralarında bulunduğu çok sayıda ülkenin vergi reformu yaparak oranları aşağı çektiğini gördük. Bunlar da gündemde, ancak verginin düşük tutulması ve firmanın istihdam yaratması teoride hep söylenen bir şeydir ama ampirik olarak pek de bir desteği yoktur.


Erinç Yeldan ve Korkut Boratav hocalarımızın yazılarına bakılabilir bu konularda. Trump’ın başkanlığında Cumhuriyetçilerin vergi reformundaki en kritik nokta Amerikan firmalarının yurt dışı kârlarının ülkeye geri sokulmasıydı ve bunu büyük ölçüde sağladılar. Bir diğeri de ülke içindeki istihdamın artırılmasıydı, az önce değindiğim hususa istinaden; Amerikan tarihinin en düşük işsizlik oranlarının olmasına rağmen. Bu noktada da bizim giriş seviyesinde anlattığımız makroekonomi derslerindeki, işsizlik tam olarak nedir, “structural,” “frictional,” “cyclical” işsizlik tanımları arasındaki farklar nedir, onların biraz daha iyi anlaşılması gerekiyor. ABD bu noktada dijital vergiye de karşı çıkıyor aslında; çünkü baktığımızda bu alandaki firmaların büyük kısmı ABD kökenli. İtalya ve Fransa dijital vergi kavramını mevzuatına ilk geçiren ülkelerden ama sanırım uygulamaları bir şekilde geciktiriyorlar. Bunu maalesef günü gününe takip ettiğimi söyleyemeyeceğim. Bakalım gelişmeler nasıl ilerleyecek.

Vergide Gündem: Koç ve Sabancı Üniversitelerinde artık deneyimlerinizi gençlere aktarıyorsunuz. Ekonomi alanındaki akademik ortam nasıl sizce ülkemizde. Son dönemde seçenekler iyice arttı, gençler artık daha şanslı sanırım. Siz ne düşünüyorsunuz?

Alper Yılmaz: Artık pek çok üniversitenin akademik kadrosu içinde çok daha iyi yetişmiş öğretim üyeleri, görevlileri var ve bunların çoğu iyi okullardan doktoralı. Türkiye bu sayede uluslararası akademik çevreye daha entegre olmaya başladı; o yüzden de güzel çalışmalar gerçekleştiriliyor. Mesela Bilkent’in kıymetli hocalarından Refet Gürkaynak’ın davetiyle yakın zamanda MIT’nin profesörlerinden Daron Acemoğlu Bilkent’te bir seminer verdi. Daron Hoca bu seminerinde en son kitabını tanıttı. Bu tür etkinlikler geçmişte biraz daha azdı. Dolayısıyla, öğrencilerin de artık bu tarz işlere daha fazla erişimleri var. Baktığınız zaman, iyi okullarda, Harvard’da, MIT’de ne okutuluyorsa onu okutuyoruz bizler, keza müfredat aynı şekilde. Mesela Koç Üniversitesindeki mikroekonomiye giriş dersimde ben de Daron Hoca’nın kitabını okutuyorum. Sabancı Üniversitesi’nde geçen donem verdiğim makro dersinde eski ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanı Ben Bernanke’nin kitabını okuttum. Bugün artık çok daha fazla öğrenci yurt dışına doktoraya gidebiliyor. Türkiye eskiye göre bu alanda çok daha fazla tanındı, özellikle de Bilkent’in ekonomi bölümünün kurulması sonrasında. Mesela Bilkent’ten University of Rochester’a doktoraya giden bir arkadaşımız vardı, Tayfun Sönmez. Onun projelerinde birlikte çalıştığı Alvin Roth, Tayfun’un ve ekibinin literatüre yaptığı katkılar doğrultusunda, 2012 yılında Nobel ekonomi ödülünü aldı.

Ben kendi adıma, her iki okulda da giriş seviyesindeki dersleri vermeyi seviyorum. Onun da sebebi şu: Öncelikle akademik araştırma açısından son 20 yılda, yani doktoramı aldığım zamandan beri, çok bir şey yapmadım. Yani araştırmacı olarak bu okullara benden çok daha fazla katkıda bulunabilecek arkadaşlarımız var. Ama benim de doktoralı bir ekonomist ve mühendis olarak sektördeki tecrübelerimin özellikle giriş seviyesindeki öğrencilere çok katkısı olduğunu düşünüyorum. Teorinin yanında bir de bu tarz bir vizyon vermek açısından, giriş dersleri, açıkçası vermeyi en sevdiğim dersler.

Vergide Gündem: Ağırlıklı olarak caz olmak üzere uzun yıllardır müzikle uğraşıyorsunuz. Yayınlanmış albümleriniz var. Kaç yaşında gitar çalmaya başladınız, takip ettiğiniz ekoller ve temsilcileri hangileri. Çalışma hayatının içinde müziğe ne kadar zaman ayırabiliyorsunuz? Biraz bunlardan konuşabilir miyiz?

Alper Yılmaz: İlk olarak 11 yaşımda gitar çalmaya başladım, ancak öncesinde de ciddi bir koro geçmişim var. İlk müzik gruplarımı ortaokul birinci sınıfta kurdum ilk konserimi de yaklaşık 1500 kişiye verdim. Sanırım orta 1 ya da 2’deydi. Benim caza geçişim ise lisenin son yılları ve sonrasında oldu. O zamana kadar daha çok rock’n roll tarzı müziklere ilgi duyuyordum. Müzik benim için hep vardı ve aslında yaşamımdaki en önemli unsurdu yani bir hobinin çok daha ötesinde. Üniversitenin ilk yıllarına kadar daha çok gitar çalıyordum, 70’lerin füzyon stili caz müzikleri üzerine yoğunlaşıyordum. 1993 yılında Tuna Ötenel’in orkestrasıyla bas gitar çalmaya başladım. Ben o dönem Bilkent’te ekonomi bölümünde asistanım ve aslında temel aletim gitar olmasına rağmen basa geçtim orada, biraz da Ankara’da basçı yokluğundan diyelim. O ekipte Sibel Köse vokaldeydi, Yahya Dai saksafonda. 1995’te Davis’e gittiğimde University of California, Davis’in Big Band’ine girdim ve 2,5 sene okulun büyük orkestrasıyla çaldım. Daha sonra New York’a geçince yavaş yavaş kendi müziklerimi yazmaya başladım. O dönemde John Patitucci ve Matt Garrison gibi tanınmış basçılardan dersler aldım. Queens College’ta master programına gittim ve oradan dersler aldım. Aynı şekilde Berklee College of Music’ten de. Halen Manhattan School of Music ten bir hoca ile on-line çalışıyorum yani bir müzisyen olarak çok da alaylı sayılmam.


Kimden etkilendiğime gelince, tabii ki çok isim var, saymakla bitmez. Charlie Parker, John Coltrane, Miles Davis, Bill Evans söylemeden geçemeyeceğim isimler. Ama kendi enstrümanında baktığımda Scott LaFaro, Jaco Pastorius, Matt Garrison ve daha niceleri var. Caz müzikte oldukça geniş bir tanımdan yola çıkarak sonrasında uzmanlaşma ve kendi sesini yaratmak mümkün. O yüzden bu isimler belki de sayabileceğim yüzlerce isimden sadece birkaçı. Caz dışında Selçuk Sami Cingi’nin bir projesi var, Queen Tribute, basçısı uzunca bir süre bendim mesela. Halen ara ara çalışıyoruz ama bu aralar pek denk gelemedik, o yüzden bayrağı daha genç bir kız arkadaşımıza devrettik. Çok da rockçı değilim aslında ama ara ara eski rockçı izleri çıkıyor, onun keyfi ayrı!

Vergide Gündem: Çalışma hayatına atılırken o dönemdeki parametreleriniz nelerdi, arkanıza baktığınızda bugün de olsa aynı yönde ilerlemeyi seçer miydiniz? Söyleşimizi okuyan gençlere de ilham vermesi açısından; finansal danışmanlık, vergi, denetim alanında çalışan kariyerinin başındaki arkadaşlarımız için deneyimleriniz doğrultusunda tavsiyelerinizi paylaşabilir misiniz?

Alper Yılmaz: Aynı işi yapar mıydım? Hayır, yapmazdım. Bu işi sevmemekten değil. Ben hayatım boyunca hem bilimsel hem de kültürel açıdan hep merak etme, her şeyi sorgulama üzerine kurulu bir eğitimden geçtim. O yüzden çevreme baktığımda yapılabilecek o kadar çok güzel iş var ki onlardan birini yapmak, denemek isterdim açıkçası, kendimi niye kısıtlayayım ki. Sanırım mimar ya da tasarımcı olmak isterdim. Bu soru o zaman sorulduğunda da eminim, başka bir şey olmak istediğimi söylerdim.

İş hayatına ilk kez Meteksan’da başladım, hemen ODTÜ sonrasında. O dönemde üretim planlama mühendisi olarak girdim oraya, aynı dönem doktoraya da başladım Bilkent’te. ABD’ye gidişteki idealim, esasında, doktoramı alıp dönüşte Bilkent’te hoca olarak akademik hayata devam etmekti. Ama yapılan o planların hiçbirinin tutmadığını görüyoruz. 1997’de, Amerikan piyangosundan yeşil kart çıktı tesadüfen ve sonrasında da vatandaşlık geldi. O durumda da hayatım tamamıyla ayrı bir yöne doğru evrildi ve orada kalmaya karar verdim. Doktora sonrası New York’a taşındım ve ilk işim olarak Big 4 firmalarından birine girdim, hoş, o zaman Big 5 tabii, Arthur Andersen halen var.

Fotoğraf: Uygar Bulut

Fotoğraf: Teoman Cimit

Orada 2,5-3 sene kadar çalıştıktan sonra, ayrılıp bir dönem üniversiteye geri döndüm. Paralar suyunu çekmeye başladığı bir dönemde tesadüf bir headhunter yanlışlıkla beni aradı ve ben o şekilde Adecco’ya girdim. 7-8 sene çalıştım orda. Bir süre sonra oranın TP bölümünü kurdum. Sonrası da zaten EY Türkiye. Diyeceğim o ki yapmaya çalıştığımız planlar aslında her zaman gerçekleşmiyor, ana bir çerçevenin olması iyi tabii ama çok öyle detaylı plan yapmaya gerek yok. Hatta dışarıdan gelebilecek farklı opsiyonlara her zaman açık olmak lazım. O yüzden ben genç arkadaşlarıma her zaman “aman, alternatifsiz kalmayın” derim. Ne kadar çok alternatifiniz varsa o kadar iyi, sıkıntınız alternatifsizlik değil, alternatifler arasından seçememek olsun.

Yeni jenerasyondan arkadaşlarımıza çok fazla tavsiyede bulunmak çok da haddime değil sanki. Şundan dolayı… Genç arkadaşlar bizden daha bilgili, kültürlü ve görgülüler. Ben 26 yaşında ilk defa yurt dışına çıktım. Şimdi çocuklar pek çok otantik mutfakla 5 yaşında tanışıyor; Thai yemeği yiyor, sushi yiyor. Bu açıdan bazı şeyleri deneyimlemeye bizden çok daha önce başladılar ve bizden daha şanslılar. Hayatı algılamalarından tutun da dünyaya bakışlarına kadar her şeyi algılamaları bizden farklı. Biz onlara bizim gibi değiller yargısıyla yaklaşıyoruz çoğu zaman; halbuki bizim onlara uymamız gerekiyor aslında, onların bize değil. Bizim jenerasyonumuz belki tek bir şeye daha fazla odaklanırdı; genç nesil pek çok işi odaklanmadan yapıyor gibi gözükürken, diğer yandan selfie’sini çekiyor, öbür taraftan arkadaşına mesaj atıyor filan. Baktığımızda işler daha kötüye de gitmiyor; eskiden ne ise o. Bir otantisite, bir nostalji hissiyatıyla karşı tarafa baktığınız zaman şu an bu modern, güzel ofiste bile olmamamız lazım, eskiden buralar dutluktu muhabbetine dönüyor konu. Bakmayın, ben de çok sık yapıyorum bunu, bu arada.

Şaka bir yana, yine de genç arkadaşlara şunu söyleyebilirim belki. Bizim dönemimizde işletme okuyan birinin bulabileceği en prestijli iş Arthur Andersen’e girebilmekti, hemen hemen tüm dünyada böyleydi. Devir çok değişti, tabii ki hâlâ prestijli bir meslek ama en popüler, en revaçta olan iş değil artık bu iş.


Fotoğraf: Aslıhan Demirtaş

Ama özellikle giriş seviyesinde şunu söyleyebilirim; burası bir okul aslında. Yani lisans seviyesindeki alınan eğitimin bir devamı. Vergi dediğimiz işi ya da bağımsız denetim işini okulda öğretemeyiz, öğretilmemeli de bence. Benim okuduğum ve ders verdiğim okulların hiçbirinde müfredatta bile yoktur, gerek de yok. Bu işin öğrenilebileceği tek yer burası. Okulda teorisini, en alttaki felsefesini verebilirsiniz çok temel bir seviyede. Ama şunu unutmamak lazım. Üniversitenin amacı gençlere öğrenmeyi, sorgulamayı öğretmektir. İş öğrenmek isteyen meslek yüksek okuluna gitsin, üniversiteye değil. Nitekim Almanya’nın sistemi öyle. Bir sürü üniversiteye gitmeyen kişi, lise sonrasında sadece bir işte çalışarak üniversite denkliği alabiliyorlar. Mesela bizim Adecco’daki Global CFO lise mezunuydu; Deutsche Bank’tan denkleştirilmiş bir sertifikası vardı. Açıkçası pek çok doktoralı, MBA’li CFO’dan da çok daha iyi bir yöneticiydi bilgisi ve tecrübesi açısından.

Diyeceğim o ki, neticede burası bir okul, hem de çok iyi bir okul. Diğer bölümler de eminim öyledir mutlaka, ama ben vergiyi bildiğimden bizim bölüm için konuşuyorum. Üstatlar olsun, daha genç kuşaklar olsun, burada geçirilecek 3-5 sene bir master seviyesinde eğitime denk bana kalırsa. O yüzden profesyonel hayatlarına bu alanda devam etmek istiyorlarsa belki de diğer tüm unsurları bir yana bırakıp işe sebat göstermeleri gerekiyor. İlk 2 sene ister istemez çıraklık seviyesinde geçiyor zaten. Ondan sonra yavaş yavaş bilgi, tecrübe oturmaya, olgunlaşmaya başlıyor. Genç arkadaşlara tek önerebileceğim, çok çalışmaları ve sebat etmeleri. Dediğim gibi kendimi onlara önerilerde bulunacak pozisyonda görmüyorum ama bunu söyleyebilirim belki. Sebat gösterirlerse, zaten buradan ayrılan arkadaşlarımızın nerelere gelebildiklerini görüyorlar ve onların da bu tarz pozisyonlara gelememeleri için hiçbir neden yok. Başlarda biraz, taşın altına elini koymak gerekiyor…

Vergide Gündem: EY’de çalışmış olmanın size kattığı deneyimlerden söz edebilir misiniz? Unutamadığınız bir anınız var mı?

Alper Yılmaz: EY’nin özellikle Türkiye’deki kısmına baktığımda, zor günler de oldu ister istemez ama, daha çok keyifli günler hatırlıyorum. Türkiye’de özellikle bu işi yapan arkadaşlarımız dünyadaki meslektaşlarına göre daha iyi okullardan, daha oturaklı bir formasyondan geliyorlar. Ülke olarak bazı şeyleri geriden takip ediyor olsak da mevzuat ve diğer bazı unsurların zorluklarına rağmen bu işi burada yapmak çok daha keyifli bence. En azından benim naçizane tecrübem diyelim. Bence burada çalışmak keyiflidir, dostluklar güzeldir, ekip esprilidir, vergi gibi aslında sıkıcı olması beklenen bir alanda bile gayet keyifli ve eğlencelidir hayat. Burada çok güzel dostluklar oluşur.

Bu şirkette ne öğrendin derseniz, bana kalırsa people management en önde gelir herhalde. Hiçbir zaman çok iyi bir insan yöneticisiyim diye bir iddiam yok ama bu kadar çok kişinin, çeşitliliğin ve farklı seviyelerin olduğu ortamlarda ister istemez yönetici olarak daha farklı bir şapka giymeniz gerek, bir takım hassas dengeler var. O açıdan edindiğim bazı tecrübeler çok önemli diye düşünüyorum. Bunları da tamamen EY’de edindim diyebilirim. Bir yandan müşteriyi, bir yandan personeli idare etmek ve bu ikisinin arasındaki dengeyi sağlamaya çalışmak açısından EY çok güzel bir tecrübeydi. Bir de EY Türkiye’nin güzelliği, buraya girdiğiniz anda herkesin bu departmanı bir yerden bir yere getirmek için sizi destekliyor olması.

Mesela bizim ekip içinde hiç kimsenin birbirine köstek olmaya çalıştığını görmedim. Fikir ayrılıkları olabilir, birbirini seversin sevmezsin, ama genelde herkes profesyonel davranır. Birbirine iş paslar, bir ortaklık yapısının ancak bir arada çalışarak ayakta durabileceğinin bilincindedir. O yüzden bu işi yapacaksam, burada yapmayı isterim, ABD’de değil. Mesela Times Square’deki ana binamızda EY’nin 5 bin kişilik yeri vardır. Biz orada 9 bin kişi oturuyorduk. Hiç kimsenin sabit yeri yok, saat 9’a kadar giriş yapmazsan ofis elden gidiyor, partner bile olsan. Hemen başka biri oturuyor. O kadar optimize etmişler ki çok ayrı bir ölçek bizdekine göre. Diğer açılardan da orası buraya göre çok daha sert. Ben burayı daha keyifli buluyorum açıkçası.

Unutamadığım anım… EY’de 2 Mayıs 2011 Pazartesi, işe ilk başladığım sabah Tax PM toplantısına indik Beytem’de. Ortada garip bir dil dönüyor, sürekli Osmanlıca kelimeler falan. Matrah deniyor, mukteza deniyor, tahakkuk deniyor. Ben Erdal Bey’e dönüp, dedim “matrah ne.” “Üstad” lafı kelime dağarcığıma girmemişti daha o zaman. Bir anda herkes patladı gülmekten, “adamı getirdik ABD’den, matrahın ne onu bilmiyor” düşünsenize. “Kusuruma bakmayın, zaman içinde öğreneceğim.” dedim. Öğrendim mi, halen tartışılır, ama en azından matrahın ne olduğunu biliyorum!


Alper Yılmaz’ın ABD’de Kayique Records, Türkiye’de A.K. Müzik tarafından yayımlanan ve büyük ilgi gören ilk albümü Clashes Eylül 2007’de dinleyicilerle buluştu.

Vergide Gündem: İş dışında en çok hangi aktivitelere zaman ayırıyorsunuz? Çok etkilendiğiniz ve paylaşmak isteyeceğiniz bir kitap ya da izlediğiniz bir film var mı?

Alper Yılmaz: Spor uzun süredir yapamıyorum maalesef. Çok okurum ama. Ağırlıklı olarak estetik teorisi ve kuramı, mimarlık, politika ve tarih. Geç dönem Osmanlı, erken dönem Türkiye iyi çalıştığım bir dönemdir. Doktora tezi yazmam gereken dönemde, 90’lı yılların ikinci yarısı, o konularda okumaya başlamıştım ama o literatür halen kütüphanemde baş köşededir. Müzik zaten hayatımın en önemli parçası, onu iş dışı etkinlik olarak tanımlamıyorum. Son zamanlarda onun dışında Murakami’nin kitaplarını çok fazla okudum. Daron’un ilk kitabı, “Why Nations Fail”i okumuştum, ikincisini henüz okuyamadım. Ama listede en önde…

Film olarak çok uzun süredir öyle süper keyif aldığım bir film izlemedim açıkçası. Sanırım biraz eski kafalıyım sinema konusunda. Benim için halen Fransız Yeni Dalga’sının (Jean-Luc Godard, François Truffaut, Eric Romer gibi) ve aynı dönem İtalyan sinemasının (Federico Fellini, Michelangelo Antonioni gibi) yerini dolduracak bir şey çıkmadı. Onların seviyesinde film uzun süredir görmedim belki de. En son bir Güney Kore filmi seyrettim. “Parazit”, o güzeldi, tavsiye ederim. Evimde 15-20 sene televizyon olmadı. Birinci Körfez Savaşı’nda ABD ana akım medyasını protesto için bir sürü arkadaş çöpe attık televizyonlarımızı. Çok dizici değilim aslında ama en son Breaking Bad ve ondan türemiş Better Call Soul diye iki dizi izledim, epey enteresan, belki de ABD tarihinin en iyi dizilerinden deniyor. İngiliz dizileri de gayet keyifli bence. En son Fleabag, Sex Education ve Life After dizilerini izledim, çok iyilerdi. Fark etmişsinizdir, 24 yıl ABD’de yaşamış olsam da pek Hollywood’cu değilim. Avrupa sineması ve genel olarak renklerini çok daha fazla seviyorum...

Yılmaz’ın ikinci albümü Over the Clouds’ta da bestelerin ve düzenlemelerin tamamı kendisine ait.

Orijinal parçalardan oluşan Different City, Different Mood’da, Yılmaz’ın yanı sıra, Türkiye’nin önde gelen caz müzisyenlerinden Ercüment Orkut ve Volkan Öktem de yer alıyor

Caz, rock, funk, çağdaş müzik ve rap’i birleştirerek daha önce pek yapılmamış bir şeylerin denendiği bu proje adını da Bülent Somay’ın ‘Bir Şeyler Eksik’ adlı kitabından alıyor.